Edward Munch’tan Sonra: Çığlıksız Kalmak


Giriş

Dünyayı saran yeni hastalık, postmodernitedir. Sınırı olmayan tekniğin gelişmesine göre dijitalleşmenin kurulduğu toplumsal ilişkilerde ayrımların ve sınırların aniden yaratılıp bozulduğu akışkan kültür meydana gelmektedir. Sosyal medya aktivitelerinde ve insan ilişkilerin düzenlenmesi mekânın simülarklarda sadece kendinin haklı olduğunu görmek isteyen özneleri meydana getirdi. Post-endüstriyel esnek üretimde bireylere odaklı reklamcılık ve ayartma yapılmaktadır. Tüketmeye odaklı yaşayan insanın limbik sistemindeki olumlayıcı, mutlu yönünü saptayan ve biyopolitikadan psikopolitikaya doğru geçiş yaşayan kapitalizm karşımızdadır. En basit ifadeyle sert babanın ölmesi ile birlikte hükmettiği çocuklar baskıcı ve cezalandırıcı babadan kurtulduktan sonra, dengesiz biçimde aniden geçişi olmaksızın özgürlük sloganı yapılmaktadır. Sinsileşen, esnek ve doğrudan emredici olmayan bir kapitalizm gelişti. Bireylerin libidinal istemlerini ve hazlarının yönelmelerini kabul eden günümüz kapitalizmi, bireyleri özgür(!) kabul etmek için performans özneleri yaratır, insanlar kendi benliklerinde krizleri sadece performans eylem yoluyla kat etmek zorundadır.

Esnek kapitalizm doğrudan emredici ve yapmalısın buyruğu, enformasyonun daha ileri boyutu olan mekansal simülarklar olan sosyal medyada ortaya çıkmaktadır, yaratılan sınırlar içinde kategorileri belirleyen insanın kullandığı araç ve aygıtlar tüketim eyleminin göstergesi oldu. Araçların kullanımı insanı esir alan bir haldedir, artık aygıtlar insanın temel ihtiyaçlarına yardımcı olma amacında değildir. Buna göre amaç olan bir aygıtın bireyi amaç-buruk ilişkisine dahil etmesi, aygıtın karşısında nesneleşen bireyi aktive etmektedir. Yapmalısın buyruğu bireyin kendi kendisine yönelttiği bir aşamaya geçmektedir, dolayısıyla gezegensel bir etkinliğe geçen enformasyon kapitalizmi panoptikon ve iktidar aygıtları kurmaksızın, bireyler kendilerine özgür olmak için değil tüketme eyleminin eksikliği karşısında kendisine iktidar buyruğu vermektedir. Tüketmeye odaklı bir döngü ile harekete geçen birey, zorunluluğu özgürlük için yapmaktadır tüketme bir eyleme geçirildikten sonra birey tükettiğim için özgürüm demektedir. Baştan itibaren kendisine otorite uygulayan birey, özgürlüğünü ilk adımında ortadan kaldırdığının farkında bile değildir.

Yeni cehennem, aynılık içinde kurumlanan ve sürekli kendini tüketen, ötekinin varlığına tahammül edemeyen öznedir, kendi cehenneminin içinde kendinin efendsi ve kölesi olmuş performatif öznedir. Akışkan dünyadaki bireyler, amacında ihtiyaçtan fazlasını sınır olmaksızın isteyen ve amaçlarının yerini sadece sonucun belirttiği bir yaşamın içindedir. Sizce artık bu insan türü, narsisizmi olumlayan, tükenmişlik sendromları döngüsünde kalan depresyondan çıkamamış halde değil midir?

Çığlıksız Kalmak

Eskiden daha mı özgürdük, yoksa yanılıyor muyum? Edward Munch çığlık adlı eserinde çığlık atabilen öznenin temelsiz kalan ve yabancılaşan yönünü gösteriyor. Bu iki görselden Çığlık atan insanın durumu, insanın kendiliğine yabancılaşmasının yanında ayrıyeten klasik bir yorum olan ilksel doğamızdan uzaklaşma ve yitirilmiş cennettin ortadan kalkması sonucunda huzursuz olan insanlığın halleridir. Yabancılaşmanın gösterimi katmanlı bir halde birbirine geçmiş bilgi, varlık, estetik, etik, yaşam hakkında varılan kodlamalarla karşımızda yer almaktadır. Kodlamaların yasasını oluşturan yapmalısın buyruğuna karşı olarak Çığlık tezahürü meydana gelmektedir. İnsan varlığının bütünü yapboz gibi dağılmıştır, olması gereken ve olabilir olan arasındaki ayrım açılmıştır. Çığlık adlı bu eser, Norveçli ressam Edward Munch tarafından yapılan 1893 tarihli tablodur. Edward Munch bu tablosuyla günümüz postmodern, radikal modernite, akışkan modern bireyine seslenmektedir. Acaba günümüz insanı, bu eseri anlayabilmenin yanında duygularında da hissedebilecek midir? Bu yazının temeli, bu soruyu yanıtlamaya yönelik bir çalışmadır.

Modernlerle ile Postmodernler arasındaki farkı anlamak sanat yoluyla daha kolay hale gelmektedir. Bundan dolayı, bu yazıda iki görsel yoluyla ilkin çığlık ikincisi çığlığın ortadan kalkma durumunu, modern ile postmodern birey üzerinden odaklanacağım. İlkin modernitenin etkinliğine göz atmak gereklidir. Çünkü bu eser modern zamanların ürünü-eseri olarak karşımızdadır. Bu ayrımı yaratan modernitenin bizzat kendisi olduğu gibi, aynı zamanda modernitenin rasyonalitesinden çıkan reçetesinde saklıdır. Modernite makine şeklinde hem öğüten hem de hasta eden düzeneğe sahiptir. Modernitenin reçetesi, dağılmış insanın parçalı yapısını modernitenin kurumları ile birleştirmeyi önceler. Reçetenin tedavisi (hastaneye-tımarhaneye-hapishaneye kapatılmaktan kurtaran reçete) belirleyici kategorilerini insanın bedenine saplar. Modernitenin ideolojik bağlılığının kurulması için biyolojik-psikolojik öğretileri bireyler kendisine katar. Birey, gelişimsel düzeye göre düzenlenmiş aygıtları kabul eder. Akla uygun yapının varlığına göre insandaki ayrımı açan ve kapatan modernitedir. İnsan statüsü ve kimliği rasyonalitenin çemberi içindeki olan ile olmayanın keskin sınırlarını üretir.

İnsanların istemeleri, modernite tarafından belirli ölçütlere göre sıralanır. İstemek kişinin bireyselleşme ilkesinden kopmuştur. Modernitenin sorunları üzerinde çalışma yaparken, isteme-bireyselleşme ilkesinin arasında olan ilişkinin homojen olduğunu ilkin Schopenhauer’ın belirtti. Schopenhauer’a göre insan istemelerinin ürünü ve sonucu bakımından asla mutlu olamaz. Buradaki mutsuz edim isteme-bireyselleşme ilkesinin arasındaki dümdüz doğrultuda olan bir ilişkidir. Munch’un Çığlık eserinde, mutsuzluk görülmez, insanın duygu durumunda kaldığı mutsuz bakış ve yüz hali bulunmuyor. Dolayısıyla Munch’ta etkin olan Çığlık tezahürü, bireyselleşme ilkesi ile istemenin arasında olan kurulumun formülü(idea-töz) vardı. Etkin olan varlık istemenin sonucu, isteme varlığın devindireni olan varlık=bireyselleşme ilkesi argümanı yetersiz kalıyor. Schopenhauer’ı tarihsel dönemler üstünde ele alalım. Yapının tarih-mekan üstü artsüremsel (dil-varlık-bireyselleşme ilkesi) metot, antik dönemden beridir insanın tasarımları ile dünya arasındaki yeterli ilkenin, sadece İstemenin etkin olduğunu, bunu asla değişmediğini söyleyebiliriz.

Sosyolojinin modernite üzerinde durması birlikte bunu takiben toplum-topluluk çatışması ve birey-toplum etkinliği sorununu, göz önüne alması sonucunda sosyoloji ile antropoloji ile ayrımı meydana gelmiştir. Kültür kelimesini merkeze alan Antropoloji, kökene, tarihe ve evrime ilişkin insanın, gezegensel-mekansal-yöresel-peyzajı içinde kültür-insan, kültür-doğa ve kültür-antikültür üzerinden bakmaktadır. Buna karşılık sosyoloji, döneme özgün olmak kaydıyla modern toplumun meydana getirdiği kültür ile ortaya çıkan kültürün modern haline odaklanır. Haliyle, sosyoloji yönünden bakılması ile birlikte Modernler ve premodernler arasındaki ayrım yapılmazsa Schopenhauer’ı, tarih-mekan üstü açıklama ile ele almak önümüzde duran ÇIĞLIK tezahürünü anlaşılmamasına neden olacaktır.

İstencin tezahürü olan zaman-mekandaki tasarımların neden-sonuç ilişkisi üzerinden ilerleyen Schopenhauer, insanın evrimine ilişin erectus’un doğrulması, kranial sinirlerin gözde olan öneminin gelişimi, antropolojik çağlardan itibaren insanın gelişiminde 17.yüzyıla kadar gelen evrede modern kelimesi dikkat çeker. Bu denli ayrımlar içinde görselden, sanatsal, sözsel, yazınsal iletişimde meydana gelişmelerde her farklı çağ ve çağın insanı portresini görmek gereklidir. Schopenhauer ve çığlık tablosu bağlamında, isteme ile bireyselleşmenin arasında bulanan evre, modernitenin rasyonalitesidir, antiklerdeki rasyonalite mitseldir ancak modern dönemde mitsel rasyonalite etkin değil teknik-bilimsel rasyonalite etkindir.

Sonuç olarak buraya kadar geldiğimiz noktada, isteme ile bireyselleşme ilkesinin saf ve homojen ilişkisinin şiddetini savunmak gereksiz kalacaktır. Keza, Schopenhauer’ın istemesinin, kendi döneminde etkin olmaya başlayan kapitalizm, militarizm, doğayı rasyonalize etme, sanayileşmeyi bir arada tutan modernitenin dışında olduğunu düşünmek demek, Schopenhauer’ın kendi döneminde olan buhranları, dekadansların farklı biçimlerini ve batının ilerlemeci kültürel krizlerini görmediği sonucuna vardırır, bu kanı gerçekten yanlış bir sonuçlandırmaya götürür. ‘‘Schopenhauer’in tefekkürsel yaşamının ortadan kaldırdığı şey bu şekliyle isteme değil sıradan yaşamın yırtıcı, rekabetçi istemesidir. Tefekkür yaşamının istençten kurtulup kurtulmadığı değil çağdaş yaşamın sık görülen tipik yan ürünleri olan ruhsal anksiyete ve hayal kırıklığı, kendine yabancılaşma ve yalnızlık sorunlarına uygun bir çözüm sağlayıp sağlamadığıdır.’’(Aıken,2015:112). Sadece felsefe tarihi bakımından değil, aydınlanmacı paradigmanın modernitenin temel sistemi olmasının meydana getirmesinin sonucunda oluşan toplumsal sorunları, bireyin etrafında örülü gerçekliğin çarpıklığının giderek artması, tekniğin ve bilimin akıl almaz biçimde gelişim göstermesi, doğadan gitgide yabancılaşan insanın durumu, bireyin kendi tasarımlarının ruhsal sorunlar ve bedensel hastalıklar içinde kalması durumları karşısında Schopenhauer, çığlık tablosundaki vaziyetin içi yüzünü bize göstermiştir.

Modernitenin insanın içindeki boşluk isteme ile bıkkınlık arasında bir köprüdür, istemek boşluktan kaçmaktır. Bıkkınlık ise boşluğun insan üzerinde biriktirdiği ruhsal çöküntüler kaçmak için istemeye sarılmaya dönüşmektedir. Rasyonalitenin reçetesi, yapılması zorunda olan kurallar ve statüler durmak bitmeksizin formel biçimde hareket etmek ve sürekli çalışmak, bu denli biyopolitik-sosyal sarılma içerisinde olan insan içtiği sigardan, yemeğine, konuşmasına, kıyafetlerine kadar belirlenmiştir. Modernite belirli ve kesin içerikleri yeni biçime geçerken, biçiminden memnun olanlar ile olmayanlar arasındaki fark çığlık tablosunda ortaya çıkar, çığlık atabilmek acı bir deneyimdir, ancak etik çöküntünün topluma yönelik dışavurumudur.

Çığlıktan sonra post-mortem etkindir. Modernitenin etkin bireyi çığlığın var ettiği insan, bildiğimiz dünyanın ikinci kez yıkıldığı klasik modernite içinde sınırlandırdığımız tasarımlar içinde parçalandı. Modernite içinde arzulanan/istenen ilksel-muhafaza edilen yapay cennet yıkıldı. Küreselleşmenin etkinliği enformasyon-internet etkisinin ürettiği mekânsal parçaların, anında dağılıp gitmesi gezegensel müphemlikte tarifsiz akışkanlığa sahiptir. Moderniteye karşı yapılan saldırılar içinde kalan Munch’un Çığlık adlı eseri (modernizm akımı içindeki bütün eserler) günümüz insanı için korktucu gelmekten öte yüzeysel bir alımlamadır. Oysa maskesi düşürülmüş modernitenin insanı çığlıkların parçalandığı bir boşalım içindeydi. Modernitenin insanı köle ile efendinin ayrımını, baskıyı, iktidarı anlayabiliyordu. Modernitenin katı-disipline-bilindik halinde insanlar, köle-efendi durumuna ilişkin özgürlük ile determinizm arasındaki zıtlık hakkında, antik dönemden itibaren sorunların arketipik-tarihsel sorunlarını kuramlarında açıklayan Nietzsche-Freud-Marx üçlemesinin üzerinden antik dönemden beridir, insanda içkin olarak bulunan yabancılaşmayı anlayabiliyordu.

Katılaştıran/disipline/ edici modern toplumda yaşamış birey, durumunu modernötesi insan ile bağdaştıramaz. Çığlık modernitenin mahzenindedir. Postmodenite mahzende kalana sadece müzelik olarak baktırır. Bunu takiben, küstah biçimde çığlık atmanın güçsüz olduğunu, bireyin kendisinin iradesiyle katı-disipline-zorlayıcı olmadan kabul ettirir. Küstahlığı olağanca gücüyle kabul ederek çığlığı kendi içinde yaşamayan insan, sosyal medyada, Munch’un Çığlığını bir beğeni butonu, statü göstergesi biçiminde gösterir. Sanatsal edimden öte çığlık bir bilgiye dönüşür. Bu tablo, çığlık tablosudur, yanından geçilip gidilir, birlikte selfie yapılır, fotoğrafı çekilip sosyal medyada sunulur. “Küresel enformasyon ağının gelişiyle şehir planlamacıları tarafından planlanmış/mimarlar tarafından, inşa edilmiş mekân üzerine bir üçüncü mekân, insan dünyasının sibernetik mekânı bindirilmiştir” (Bauman, 2018, s. 27). Bu yüzden çığlık ikinci resimde bulunmuyor. İkinci resme bakın, görüldüğü üzere artık çığlık atamadan yaşayan, sürekli kendisine baskı yapan özgür olduğunu sanan soyutlanmış bir özne var, günümüz insanı hız, hareket ve akışkanlık içindedir.

Günümüz insanı Edward Munch’un Çığlık tablosunda yer almıyor. Günümüz dünyasında hakim olan bireyin temel durumu olan kendinin efendisi ve kendisinin kölesi etkin olmaktır. İkinci resimde ortadan kalkmış çığlık atan insan, günümüz dünyasının şekil değiştiren toplumundaki mevcut bireydir. Çığlık, modernliğin katı ve disipline edici toplumsal ilişkilerin önceden belirli ağlarda ve bağlantılar içinde bireyselleşme ilkesinin yırtılması ve olan-olduğu-olması gerekenin karmaşıklığının dağıtılıp atılmasına takiben, meydana gelen trajik çözülmenin (kathodos etkisine benzer) boşalımını temsil etmektedir. Çığlık, bir rahatlamaydı.

İkinci resimdeki, eksiklik bütün imgelerin odak noktasında gözüken çığlığın yitip gitmesidir, günümüz akışkan toplum-mekanı, enformasyon ve dijitalleşmedir. Mekânı belirleyen ve dönüştüren modernite toplumundan postmodern topluma geçişin en önemli dönüştürücü hareketi olmuştur. Sürekli akışkan ve değişken özgürlüğün anlamı, tüketim piyasasında sibernetik soyut mekânda bireyin ulaşmak istediği özgürlük olarak belirlenmiştir. Akışkan ve değişken tasarımların bilincinde olmasının beklenildiği moda ve popüler olanı sürekli takip eden birey, kendisine sirayet edecek ve önünde duracak olan sorgulamalar karşısında yavaşlayacağını bildiği için ne kendisinin sorunlarını ne de kamusal-ötekinin varlığını umursar. Bu yüzden, sürekli beğeni ve olumlayıcı bir yönde etkileşim içinde olur, sürekli anında geçip giden ilişkiler ve sınırsızlaşan çoğalana nereye giderse gitsin şeklinde yayılan bir anda demode olan ilişkiler içinde kalır, ruhu tükenir, karakteri biçimsizleşir.

Bildiğimiz Dünyanın Sonuna İlişkin: Postmodern Birey


Postmodern bireylerin kamusal ve özel mekan arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaları el birliğiyle gittikçe konvaksiyonel bir hal almaktadır. Ötekini baskılayan büyüklenmeci bir insan olma kapasitesi, otoriter ve kendine dönük bir yaşamı hakikat olarak sunan postmodernizmin rasyonalitesinden kaynaklıdır. Kamusal olan bireyin toplumsal kişiliği ve özel mekanda etkin kendine dönük kişiliği arasındaki ayrım çok önemli olmazsa olmaz bir edimdir. Sadece bir edim değil sürekli bir kazanımdır, piyasa ilişkisine dönük insanı birlikteliğinde kendini özgür zanneden insanın yanında kendini mutlu zanneden insan duruşunu da eklemek gereklidir.

Bu denli sürekli aynı ve döngü içinde kalan insan, ruhunu beslemek piyasanın emrettiği şekilde tüketmeye doğru katıdan sıvıya geçerek akışkan hale gelir. İnsanın, değişmez bir tarafı sınır çizmek sınırlarını genişletmek olduğunu söyleyen antiklerden, klasik moderniteye kadar olan süreçte insanın zayıf ve güçsüz olduğunu gösteren neden, insanın muhafaza ile değişim arasındaki durumu bilmemesinden ileri gelir. Farz edelim, çağımızın aynılık cehennemi içinde görüntü haline gelmiş ve görüntülerin anında değişip gitmesini izleyen insan, çağımızın yaygın hastalığı olan depresyonun yörüngesinden çıksın, sonra Munch’un çığlık tablosuna baksın ne görecektir? Depresyona girmezden önce güçsüz olarak gördüğü bu eser yabancı bir halde iken, şimdi depresyon sürecinde bu resme baktığında orada sadece diğerleri gibi olan alelade cisimler şeklinde görünür.

Sanatsal bir algılama, edim ve sezgi olmaksızın depresyonda iken ya da depresyondan önce ÇIĞLIK tablosu onun gözünde aynıdır. İşte burada bitiş çizgisi görünür, insan boşlukta salınırken ruhunu bulmak için kendinden önce yaşamış insanların durumunu, kendinde göremez. Narsisist özne ise sınırlarını net bir şekilde belirleyemez. Dünya ona sadece kendi anıştırmalarının gölgesinde görünür. Sadece kendi bir şekilde yeniden tanıyabildiği yerlerde anlam vardır (Chul-Han, 2020: 10-18).

İnsanlara gerçek benlikleriyle temasa geçmelerinde yardım edecek şekilde hazırlanmış olan, sözde özgürleştirici ülkülerle motive eden programlar, genelde insanları programı hazırlayanların ideolojisine uyum sağlayacak şekilde düşünmeye zorlar. Bunun sonucunda yaşamalarının boş ve yönsüz olduğunu düşünmeye başlayan birçok kişi, ya o programın zihniyeti içinde yitip giderler ya da ne yaparlarsa yapsınlar yeterince iyi olmadıklarını düşünürler (Guignon, 2009: 9). Sosyal medyada, etkin olan ‘‘tüketimciliğin mantığı bireyselliklerini inşa etmeye, korumaya ve yenilemeye uğraşan, özellikle de bireyselliğin çıkmazlarıyla baş etme çabası veren erkek ve kadınların ihtiyaçlarına endekslenmiştir. Bir zamanlar artık herkesin bireyselliğini gemlemekle suçlanan konformizmin şimdi bireyin en iyi dostu olduğu ilan edilmektedir’’(Bauman,2018:36), kazanımların sadece zevk duyarlığına göre düzenlendiği ve seçildiği esnek üretim işleyişi ön plana çıkmaktadır. Ağır modernitenin belirlediği düzenek, sınırların belli olduğu ve yapılması gerekenin seçildiği yasa kurar ‘‘yasaklar getiren -meli/malı’yı uygulayan disiplin toplumu, normatif düzenleme tahakkümü güvence altına almak gerekli değildir’’(Chul Han,2020:17; Bauman,2020:53).

Görebilmek sadece bugünlerin akışkan dünyasından nefret ederek (eğer bir keşiş değilseniz) yavaş yaşama kutsallık sunmak değildir, yaşam insanın üstünde yaşadığı, deneyimlediği bir döngüdür. Hayat insana her bir bireye kendisinin kazandığı aşamalardır. Akışkan toplum, yaşama bağlılık göstermeksizin yaşamın sınırlarını ve döngüsünün getireceği insanın arayış içine girmesini istemez. Günümüz toplumunda sosyologlar, yazarlar postmodern toplum, risk toplumu, ileri sanayi toplumu, reklesif rasyonalite (felsefedeki olan refleksiyon anlamında değil, kendine dönüklü olan anlamına gelir) gibi kavramlar kullanırlar.

Bugün yapılan araştırmalar ve çalışmalardaki ortak yön ortak değerlendirme olarak gözükür. Merkezi örgütlü kapitalizm-modernite-klasik toplum (18.yüzyıl-1950/1970) olarak gösterilir, lokasyon odaklı birleşik olmayan kapitalizm-kültür endüstrisi (haz-eğlence-cinsellik tüketimi) postmodern ve akışkan toplum (1980-1990-Günümüz) görülen bu değişimdir. ‘‘Liberal kapitalizmin daha klasik evresine tekabül eden eski moda rasyonel, özerk özne modeli bir yanda durmaktadır, devletin eskiden bölünmez niteliği ince parçalara bölünmüş ulus-devletlerin elinde tuttuğu eksiksiz egemenlik buharlaşıp bölgesel ilişkilerden sıyrılan küresel güçlerin muğlak alanlarında toplanmakta, disipline edici modernitenin devletin yerine kapitalizmin sonraki biçimlerinden olan neoliberalizmin iktidar tekniği bireyin kendiliğinden, bireyin tümünü, bütün dikkatini, hatta bizzat hayatını sömürme amaçlıdır’’ (Eagleton,2021:65; Bauman,2018:62; Chul Han, 2020 :27,32,35).

Modernite versus postmodern olarak değerlendirmesi ortak tartışma olduğu kadar kendi içinde ciddi ayrımlara sahiptir. Bu ayrımda bireyin durumunu açıklamak gereklidir. Edward Munch’tan Sonra denilenle söz konusu bu cümleyi açıklamak için, ”Bildiğimiz dünyanın bireyine ne oldu? ve Bireyselleşmenin bireyselleşmesinin insandaki etkisi nedir?” sorularını sormamız gereklidir. Hareketli, anında yer değiştiren yersiz olmasının sahte sevinciyle kendini kandıran birey karşımızdadır.

Genellikle pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist eğilimli olarak algılanan evrensel modernizm, doğrusal gelişmeye ve mutlak doğrulara inançla, toplumsal düzenin rasyonel biçimde planlanmasıyla ve bilgi ve üretimin standartlaştırılmasıyla özdeşleştirilir.” Buna karşıt olarak, postmodernizm, “kültürel söylemin yeniden tanımlanmasında, heterojenliği ve farklılığı özgürleştirici güçler olarak” öne çıkarır. Parçalanma, belirlenemezlik ve bütün evrensel (ya da sevilen deyimle) “bütüncül” (totalizing) söylemlere karşı derin bir güvensizlik, postmodernist düşüncenin temel özellikleridir” (Harvey, 1997: 21).

Batı’da kapitalizmin yeni bir biçimini doğuran tarihselci bir değişikliğin ürünüdür: Hizmet, finans ve enformasyon sanayilerinin geleneksel imalat sanayisi karşısında zafer kazandığı ve klasik sınıf politikasının yerini dağınık bir “kimlik politikaları” öbeğine bıraktığı teknoloji, tüketimcilik ve kültür sanayisinin geçici, merkezsizleşmiş dünyasını doğuran yeni bir kapitalizm biçimi. Postmodernizm, bir çağ değişikliği yaratan bu değişimi “yüksek” kültür ile “popüler” kültür arasındaki sınırların yanı sıra sanat ile yaşam arasındaki unsurların da bulanıklaştıran derinlikten yoksun, merkezsiz, temelsiz, özdüşünümsel, oyuncul, türevsel, eklektik, çoğulcu bir sanatta az veya çok yansıtan bir kültürel üsluptur (Eagleton, 2021:10).

Günümüz dünyasındaki birey, görüntülerin etkisindedir, görüntülerin ani değişim içinde dağılıp giden simülasyonlarda sunulan bilginin, iletişim kurmanın ve ilişkilerin durmaksızın değiştiği toplumdur. Birey, gereklilik gösterimini hatta özne olabilmeyi etrafında aniden moda olup ardından demode olan simülasyonlardan beklemektedir. ”Başarı toplumu, yasaklar getiren ve -meli/-malı’yı uygulayan disiplin toplumunun aksine, becerebilmek anlamına gelen -ebilir/-abilir yardımcı fiilinin egemenliği altındadır. Kendi kendinin girişimcisi olan performans öznesi, emir veren ve sömüren bir başkasına tabi olmadığı ölçüde özgürdür ama gerçekten özgür değildir, çünkü artık kendi iradesiyle kendi kendini sömürmektedir. Kişi hem faildir hem de kurban” (Chul-Han, 2020: 17). Çağdaş eğlence yazını tarzında gözlemlenebilmektedir kişi ister istemez bu süreci, varsayımsal global bir bilgisayar sisteminin devrelerinin ve şebekelerinin, genelde okuyan normal insan zihninin kavrayabilme kapasitesinin ötesinde bir karmaşıklık içinde, özerk, ancak birbirine ölümüne kenetlenmiş ve rekabet halindeki enformasyon ajanslarının labirentvari komploları tarafından anlatısal bir biçimde harekete geçirildiği bir “ileri teknoloji paranoyası” şeklinde tanımlıyor’’ (Jameson,2008:79).

‘‘Bugün bireysellik her şeyden önce kişinin hem hakkı görevi olarak algılanmaktadır. Ben bireyim cümlesi her şeyden önce, erdemlerimden ve kusurlarından sadece ben sorumluyum, ilkinden faydalanacak, ikincisinden de pişmanlık duyup düzeltecek ilk kişi benim demektir’’ (Bauman, 2018:31).

İnsanın maruz bırakıldığı ve bireysel optik faaliyetin gözlemle yönetimin nesnesi haline getirildiği, her yerde hazır ve nazır bir işleyişler ve beklentiler sahasına karşılık gelir. Bu saha içerisinde, görünür dünyanın olumsallığı ve değişkenliği artık erişilebilir değildir. Daima açık olan sonsuz bir ayartı ve cazibe kafeteryasıyla, 7/24 homojenleştirme, lüzumsuz tekrar ve hızlandırma süreçleri aracılığıyla görme yetisini etkisiz hale getirir’’ (Crary, 2019 :42-43).

Neoliberal performans toplumunda başarısız olan kişi, toplumu ya da sistemi sorgulamak yerine başarısızlığından kendini sorumlu tutar ve utanç duyar. Neoliberal öz-sömürü rejimindeyse insan öfkesini daha ziyade kendine yöneltir. Kendini optimize etme ve boyundurluk altına girme, özgürlük ve sömürü bu noktada aynı şey haline gelir (Chul-Han, 2020:16-35).

‘‘Dev bir iletişim ve bilgisayar şebekesi ile ilgili hatalı temsillerimizin kendilerinin, daha derinlerde yatan bir şeyin, günümüzün çokuluslu kapitalizminin çarpıtılmış bir figürasyonu olduğu. Bu nedenle, çağdaş toplum teknolojisi kendi özelliklerinden dolayı değil, zihinlerimizin ve düş gücümüzün kavrayabilmesi daha da güç olan bir güç ve kontrol şebekesinin; bizzat sermayenin üçüncü döneminin tümüyle yeni merkezsizleştirilmiş global ağının kavranabilmesi için ayrıcalıklı bir temsili özet sunabilmesinden dolayı çekici ve büyüleyicidir. Bu, betimsel bir süreçtir ve bugün en iyi biçimde çağdaş eğlence yazını tarzında gözlemlenebilmektedir kişi ister istemez bu süreci, varsayımsal global bir bilgisayar sisteminin devrelerinin ve şebekelerinin, genelde okuyan normal insan zihninin kavrayabilme kapasitesinin ötesinde bir karmaşıklık içinde, özerk, ancak birbirine ölümüne kenetlenmiş ve rekabet halindeki enformasyon ajanslarının labirentvari komploları tarafından anlatısal bir biçimde harekete geçirildiği bir “ileri teknoloji paranoyası” şeklinde tanımlıyor’’ (Jameson,2008:79).

Kültür tarihi ve edebiyat üzerinden baktığımızda, 20.yüzyılda yazılmış edebiyat külliyatındaki kitapların baş karakterleri disiplin mekanları ve zoraki insanlar gözümüze çarpmaktadır. Kahraman ve karakterlerin bir kısmı etrafında kurulmuş olan bu karışıklıkların bilincindedir. Hamsun’un, Gogol’un ve Çehov’un akıllarını kaybetmiş insanlarını bir kenara bırakırsak, modern klasiklerde acı çeken ve trajik olayların içinden çıkamayan kahraman-karakter ilişkileri, insanı heba eden bir uğultunun deneyimi okuyucu tarafından deneyimlenir.

Modernizmin kırıntıları postmodernizmde aniden bütünleşen ve sonra dağılıp giden eklemelerden oluşur, anlamlı olmaları hibrit olduğunda sonra meta olarak sunulmasıyla değerli olur. Bu yazının konusu değilse bile Van Gogh’un aniden ve nedeni belli olmayacak şekilde sosyal medyada popüler olması da postmodernizmin, bireylere servis ettiği görüntü modelleri ile tavlaması, reklamcılığı ile ilgilidir. ‘‘Modernitenin yapısı gereği dinamik olan yeni başlangıç ve yaratıcı yıkım tutucu, kısıtlayıcı etkisi nedeniyle başarısızlığa uğradı. İdeolojik aşılamanın yerine reklamcılık almakta, yönlendirme ve baskının yerine ise ayartma kullanılmaktadır.’’(Bauman,2020:95). Van Gogh, Edward Munch gibi fena bir şekilde acı çekmiş insanların, durumuna ilişkin bilinmez bir şekilde popüler olduğu için görsel fetişizm içinde olmak yüzeysel bir edinmeden başka bir şey değildir. Çığlık tablosunun çığlıksız hali, neoliberal dünyanın insanıdır, çığlıksız kalmanın olumlanmasıdır.

Kanon ve Muhafazanın Önemi Arasında Janus Biçimindeki İnsan

Edward Munch’tan sonra çığlıktan kaçtığımız günümüz mekanındaki ilişkiler akışkan ilişkiler içinde sürekli değişimi ister, oysa değişim muhafazadan ayrı bir yerde durmamalıdır. Nasıl ki kamusal mekan ile özel mekan arasındaki ince ayrım içinde toplum-ben denilen kurulum insan için önemliyse, muhafaza ile değişim arasındaki perspektiflerin kazanımı insanın etrafında kendisine karşı yapmalısın buyruğu ile gelen iktidarın karşısında kendisini savunması için önemli bir gerekliliktir. Günümüz akışkan dünyasında çığlıksız kalmanın eksikliği hoş görülür. İnsanının içinde biriken duygularını ortaya çıkarmak için çığlık atmaması, sinsi kapitalizm karşısında insanın sahte acı bir gülümseme ile kendisini yapıp bozan, eklenti sunan iktidarın kollarına bırakmasıdır. Duygulardan sadece en olumlu olanı mutluluğu bedensel istemelerinde etkin kılan insan aslında mutsuzdur.

Peki aslında insan nasıl bir varlıktı? İnsan her haliyle ben ve ben olmayan arasında gidip gelen bir varlık olarak kabul edilir. İnsan kadim öğretinin bize gösterdiği ve günümüz dünyasının arasında gidip gelen bir varlıktır! Romalıların ünlü Janus adlı tanrısı, iki kafanın sağ ve sola dönük biçimde belirdiği biçimdedir. Tanrının insan görünümünde olması bir yana bırakılırsa iki kafanın sağ-sol tarafa dönük olmasının sebebinde iki temel ilke gözükmektedir.

İki kafanın biri geçmişi diğer ise şimdilik anında geleceği öngören kafayı gösterir. Dolayısıyla, geçmiş ve geçmişin bilgi olarak sunulduğu Tarihin temel dayanağı, Kanon olarak geçer. Günceldeki sorunun anlaşılmasında Kanon, söylenmiş olanların güncele aktarılması değildir, şimdiki-güncel sorunun güncel olarak kabul edilmesi ile birlikte krizin çözümsüzlüğünün eklemlenerek kültürel regresyonu meydana getirmeden, Kanonu okumak yani arayış edinmek gereklidir. Nietzsche’nin ünlü hatırlatmasına uyarsak, Kanonu bize tekerrür ettirmeden ve ezberlemeden, Kanonun karşımıza alınmasının öğrenilmesidir. Söz konusu, günceldeki sorunlar karşısında geçmişin eleştirisini yapabilmektir. Geçmişin büyüklenmeci ve ilerlemeci tarih görüşü etrafında bilinen saiklerle gitmek Aydınlanmacı geleneğin içyüzünü sahiplenmeye yöneltir.

Bizlere önümüze her şeyi canlı kanlı pişirip gelen tamamlanıp bitmiş olan ve karşımızda bize emir verdikçe küstah olan şey asla Kanonun özelliği değildir, küstahlığını yapanlar bellidir. Küstahlık kibrin normalleştiği eklemlenmiş bir yozlaşmadır. Küstahlığı yapanlar, kanonu bir ezberleme makinesi olarak sunan, kültürel bellekteki depo ve tahakküm aracı olarak gösteren kesimdir.

Bu haliyle şimdiki zamanın deneyimi bir kenara atılır. Zamansal bir ayrım gösterilmeksizin sorunların saptanmaması sonucunda, güçsüzlük ve mutsuzluk beraber yol alır. John Berger’in hatırlattığı şekliyle görmek aslında bir eylemdir, Görme Biçimleri kitabında: ”Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.” Başta belirttiğim üzere, Janus’un bir kafası geçmiştedir. Eğer Janus geçmişe tapan ve sürekli muhafaza eden bir tanrı olsaydı, güncel durumundan geleceğe dönüklüğü gösteren diğer kafasını parçalardı. Sophokles’in Antigone adlı Trajedi konulu eserinde, Antigone babasının kendinden öncekinin biçim bulduğu ensestin ürünü olan çocuktur, babasının gözleri kör olduktan sonra Antigone onun yanındadır.

Antigone babasının kibrinin halini sürekli yanında taşır. Antigone’nun babasının yanında olmasının sebebi kendisini tanımasıdır. Antigone çok basit biçimde, babasının trajedisi karşısında durumu anlamaksızın Hegel’in çok güzel tabiriyle ”gemüt” olsaydı kelimenin tam anlamıyla rahatına düşkün birisi olmaya uygun davransaydı, onun kibri burada başlamış olurdu. Buradaki saptama, bulunduğumuz anlar dizisinde, zamansal geçişlerin içinde olan ben-karakter-kimlik sağlayacak insanın, bulunduğu mekan-zamansallığında kendinden öncekinin kibrinin yarattığı kültürel regresyonu, etik çöküntü ve çeşitli yönden olan hatalarını bilebilmesi üzerine aldığı bir arayıştır. Sözlere hakim olmak demek (”güneşin altında söylenmemiş söz yoktur” gibi ağır bir söz) Oku emri, insanın güncel durumunda yık-parçala ve olduğu gibi kabul etmek-ezberlemek anlamına gelen bir kavrayış değildir, bugünün dünyası için çalışmak geleceğe yön vermeyi gösterdiği gibi geçmişte olanın anlaşılmasıdır. ÇIĞLIK tablosunu anlamayan, güneşin altında söylenmemiş söz yoktur cümlesini bir anlığına bile anlamak istemeyen postmodern birey, Janus’un iki yakaya dönük yüzünün sadece bir kesimini ister; dönük yüzün sadece belirli ve olumlayıcı yönünü kabul eder.

Bahsettiğim Janus adlı tanrının bir başka yönü ise insanın tarihsel evriminin özünde, ben olan tarafında kümelenen: Kimlik, temsil ve karakter saptanabilen tarafının bu üçlünün karşısında; ben-olmayan tarafında birleşen bilinçdışı, içgüdü saptanamaz olan üçlüsünün öne çıktığını görülmektedir. Etrafımızda görülenler aslında hiç olmadığı kadar aynı zamanda saptanamayan bir etkiyi sağlayacak kadar da insanı ikiye bölen yapılardan oluşmaktadır. Tanrı Janus, bazı gravürlerde sol tarafa bakan kafasının alaycı bir satir kafası olduğunu da görmekteyiz, yarı satir ve insan! Burada, insan iki tarafıyla öne çıkmıştır. Bu insanın ikilemde olduğunu gösteren bir açıklamadır. İkileme yönelik açıklık kazandırmak için felsefe ve kültür tarihinin birbirine paralel biçimde olduklarını bilmemiz gereklidir. Çığlık ikili halde etkindir. Janus’un yanında Apollon-Dionysos ikilemi burada katkı yapmaktadır. Buraya kadar, içimizden bir ses Freud’un süperego-ego-id ayrımlarının Janus ve Apollon-Dionysos ile uyuştuğunu söylemektedir. Freud’un düşüncesindeki yapıları temel olarak kabul etmek, insana dair olanı ve kültürel tarihi anlamaya yönelik yanlış anlamayı meydana getirir. Freud’un baz aldığı kavram cinsellik ile beden ilişkisi üzerinden gelişir. Bu durumda, Janus ve Apollo-Dionysos konusunda insandaki ikili ayrımı, sadece cinsellik boyutunda etkin olduğunu düşünmemize sebep olacaktır. Oysa Çığlık burada ”Pan” adlı tanrının üzerinde gelişen, panik olmanın ileri bir boyutu ile karşımızdadır. Buraya kadar, eğer içimizden bir ses yeniden Freudcu anlamda, Pan’ın cinsel arzuları temsil eden varlık olduğunu söylerse, analizin boyutu sadece ben ile ben olmayanın arasındaki ince çizginin bastırmadan ibaret olmasına neden olacaktır. Daha önce vurgulandığı üzere, çığlık ne sadece cinsel-bedensel ne de kişilik dahlinde etkin olmaktadır. Pan, insanda içgüdüsü bakımından cinselliğin yanında, bir fenomen karşısında gösterilen paniklemeyi gösterir. Buna göre, Pan’ın insandaki içkinliğinin önemi Schopenhauercı anlamda ortaya çıkarıldıktan sonra Freudcu anlamda analize tabi olması gereklidir.

Çığlık, postmodern bireyden gitgide uzak kalmaya devam ettikçe, doğaya ilişkin saf yönümüz olan panik içinde kalmak bireyden dışsal ve ayrı bir tarafa geçer. Panik içinde olmanın insanın etrafında olması, yani insanı koşullandırması, günümüz toplumundaki bireyin akışkan rasyoneliteye uyum sağlayamaması durumda kendisini panik hissetmesine neden olmaktadır. Buna göre, insanda içkin olan panik, artık tam anlamıyla piyasanın hareketine göre biçimlenen meta dolaşımı ve sosyal medya görselleri ile öne çıkmaktadır. İnsandaki içkinlik bakımından, ilkin şaşırma ve sonra paradoksların karşısında olma halini yansıtan panik, çığlıkla beraber yol alan bir dışavurum idi. Ancak, bilindiği üzere panik yerine mevcut popüler duruma alıştırılmış insanın çığlık atamamasının nedeni bellidir. Mevcut düzenin bireyi, etrafındaki çarpık düzene ilişkin inanılmaz bir sakinlik havası içindedir ve bunu takiben acı, keder ve üzüntü içinde olmasına rağmen asla panik içinde kalmadan güçlüyü oynayan maskeyi takarak sakinliği devam ettirmektedir. Oysa, artık bitmiş tükenmiştir, sakinliği yetersiz kaldıkça çığlık atmadan yaşayan, panik içinde olsa bile paradoksal biçimde insanlara karşı hiçbir şey yaşamamış gibi sakin kalan günümüz bireyi, içten içe kendisini mahvetmektedir. Günümüz bireyi, keşke bir anlığına biçimde sakinliğini yırtıp atabilse, panik içinde kalsa, kendisini olumsuzlayarak aynılığı döngüsünde kalmış benliğini kurtarmak için çığlık atabilse. Panik dışsal simülasyonun üzerinde dışsal etkisi, çığlık ise simülasyonun içinde yeterince yer almayan günümüz bireyinin etrafında salınıp durduğu tüketme eğiliminin etkin olmasıdır. Anında değişime uğrayan gösterimlerde yer alan dijital kapitalizm, yeterince tüketim eyleminde bulunmamış bireye panik verir, eğer birey alıştırılmış olanı uğraşlarında mekanı biçimlendiren metaların eksikliğini hissederse, çığlık faktörünü negatif-varlık düzeyinde yaşar. Negatiflik benliğin kendisini olumsuzlaması değildir. Tam tersine, özne sürekli aynı döngüyü olumlayarak negatif-varlık düzeyine sabitlenir.

Ben ile Ben Olmayan Arasında: Janus, Apollon-Dionysos ve Genius

18.yüzyıl filozofu Fichte, insandaki ayrımın özüne ilişkin olarak Ben ile Ben olmayan arasında durmuştur, buna göre Berkeley-Kant idealizminde yer eden özneden önce ontolojik-psikolojik tamamlayıcı rol oynayan Ben(ego) etkin olmasıdır. Ben, bireyselleşme sürecinde kendi toplumsal alan ve ilişkilerde geliştirdikten sonra Özne olabilir. Oysa berkeley-kant idealizminde algıları yoluyla doğrudan özne olan insan benliğini tanımadan, kendilik olanı sahiplendikten sonra Ben olmayı tezahür etmektedir. Fichte, Almanya’da etkin olan rasyonalizmin meydana getirdiği Spinozacılığın büyüsü ile yol alan düşüncenin Kant yoluyla aşılmasını, spinozacı düşüncenin gösterdiği ben ile ben olmayan ayrımını temellendirdi. İnsan, kendiliğinin sınırları içinde ben ile ben olmayan arasında çatışma yaşarken, öteki olan karşısındaki insanı ben olmayan göstermiştir. Bu denli, ayrımların içinde kalan insan algıları, duyguları ve eylemleri karşısında hem kendiliğinin hem de öteki olanın ontolojisini döngüsel hale getirerek dünyaya ilişkin tasarımları meydana getirmiştir.

Ben olmanın kalıbı-etken durumu olan Benlik, eylemin algılandığı ve algılanan haline geldiği, ben(ego) sadece kendisinin oluştuğu bedenin ilksel temelde zaman-mekânda verili kültürde cisimleşmesiyle başlar. Ben sadece benlik oluşumunda, aslında kendine göre olanı bedensel bulunma ve zihinsel olarak ise entelektüel atılımına göre hem kendi hem de bulunduğu yapı-mekân durumunu saptar; zihinsel açıdan entelektüel atılım mekânsal açıdan tasarımların kendisine geldiği aşamadan sonra tarih ve geçmiş sayesinde bulunduğu mekânın toplumsallaşmasının kültürel düzeyini anlar. Benlik, kendiliğinin göreli etken ve göreli olmayan mutlaka biçimini burada ayırır, benin gördüğü ve ben’e göre olan temel düzeydir, dolayısıyla ben olabilmesi için fayda ve yarar durumunu bilmesiyle kendi olanının ister. Bu sayede, istencin kendini nasıl ben olmaya göre yönelttiğini, istemenin ben olma şartı ben’in istemeye şekil katmasıyla tasarımlar dünyasında istemeyi şekil veren ben, istemesine sahip olarak ben olmuştur. Dolayısıyla, göreli olmayan atılımın gerçekleşemediği ben, dil aktarımında benlik dışının istemesine ve ben-olmayanın istemelerine maruz kalır hem de daha ben diyemeden olan bir dilsizlikle.

Doğada bireyselleşme ilkesine göre bulunduğu yapıda cisimleşen varlıklar dizilimi ben değildirler, çünkü onları doğanın şartlandırdığı yasa dahilinde hareket ettiren genel isteme vardır. Benlik etrafında kendisinin dışında olmayan nesnelere zamansal erteleme ve ötelemenin tezahür ettirmesini verir, kendilik halini zamansal diziler içinde istemesini eylemini düzenler; benlik kendi doğasının istemeleri ile çatışma içindedir. Kendiliğinin sınırları içinde kendisini içten düzenlemeyi yönlendiren, mutlak istencin benliğine sirayet etmesini engellemek için göreli-bulunma durumuna göre göreli istencini şartlandırır. Nesneler dünyasından ibaret gördüğü, bütün-parçanın yapılaştığı ayrımları ben içinde zaman-mekân kendisine göre mekândaki ilişkiler ve zamansal diziler önünde kendi istemelerinin koşullamanın koşullaması içinde ilişkisel etkinliklerini deneyimler, onlar ve ben dahilinde gelişen hareketlilik vardır.

Benlik karşısında ilişkisel biçimde gelişen eylemlerinin vasıtasıyla onların ilişkisel biçimde nedenselliğinin istemesinin tezahür ettiğini görür, benlik mekânsal ölçeklendirilmesinin bulunduğu yeterli mevcudiyet koşullarından dolayı bütün-parça ilişkisinde etkileyenin-etkilenenin yapıdaki açıklamasıyla ‘‘onlar ve ben’’ biçiminde ayrıldığını deneyimler. Dolayısıyla, benliğin temel etken düzeyi, duyumsal alımlamanın mekânsal verisine ve hareketlerin mekânsal yapılar içinde tepkilerinin zamansal dizilerine göre gelişir. Benlik ölçeğine göre, mevcudiyet yeterliliğinin farkına varır, duyumsadığı ilişkisel genel istemenin nedenselliğini azaltır.. Benlik kendiliğinin istemelerine göre kendisinin iletişime geçtiği ve ilişkisini vardırdığı istediği, ben ve o ya da ben ve sen dediği karşılıklı doğrudan yaptığı deneyimde bulunur. Genelin yapısını kavrayan benlik, kendisinin ilgi düzeyinde karşılık bulmadığı önemli bir isteme faaliyeti yapmadığı biz ve sen ayrımında kollektif kendisinin nesneleştiği yani bizlik kipinin içindeki ‘‘sen’’ seslenmesi biz olmanın mutlak koşuludur. Kendi durumuna göre, ben’in istemesi onu kendi dışında yer alan bizliğin de mevcudiyet mekanının ölçeklendirilmesine neden olur, dolayısıyla görelilik direkt olarak zihinsel açıdan benliğin ilişkisel nedenselliklere göre yapı olan bütünü olumsuzlar.

Fichte’den sonra Ben ile Ben olmayan arasında kalmış insan, toplumsal yapı ve kültürel kurulumları birebir ilişki içerisindeyken kişisel durumlarına özgü durumları karşısında psikolojik bir çember içerisinde kalır. Fichte’den sonra Spinozacılığı geliştiren Schelling, etrafımızda kurulu-dönüşümsel olan Doğa ile içimizdeki doğanın ayrımını göz önünde bulundurmuştur. ”Doğal dünyanın benliğin bir inşa yapımı olmayıp nesnel olarak var olduğunu savunmuştur. Schelling, özgürlük ile zorunluluk arasında zihnin ancak sanat sayesinde kendisinin bilincine vardığını savundu. Sanat, bilinçli olarak kavranabilecek nesnel bir şeyin içindeki bilinçsiz üretkenliği ortaya koyar.”(Cevizci,2021;Bowıe,2022).

Yukarıda bahsedildiği üzere insanda mutlak olarak var olan, ben ile ben olmayanın sanatsal etkinliğini, Schelling insan varoluşunun bölünmüş doğasını temsil etmek için grek mitolojisinden Apollon-Dionysos ikiliğini kullanır. Buna göre, Freudcu anlamda, Apollon-Dionysos’un cinsellik ile alımlanması son derecede zayıf bir düşünce sağlar. Agamben, Apollon-Dionysosçulukta etkin olan (Janus tanrısında gözüktüğü biçimde) insanda belirli-belirli olmayan Genius olarak tanımlar.

”Genius kutsal sayılan cinsel organların bulunduğu bölge değil alındır. Genius’ta örtük olarak bulunan insan anlayışını kavramak, insanın sadece ben ve bireysel bilinç olmadığı kişiselleşmemiş ve bireyselik öncesi bir öğe birlikte yaşadığını anlamak demektir. İnsan iki aşamalı tek varlıktır.”(Agamben,2017:13-15).


Caspar David Friedrich | Two Men Contemplating the Moon | The Metropolitan Museum of Art

Modernitenin Eleştirisi Alman Romantiklerinin Katkısı


Daha öncesinde de vurgulandığı üzere, insanın ben-ben olmayan arasındaki ara yolda kalan varlık olduğu vurgulandı. İnsan, sürekli ben olanın üzerinde kökleşen istemesinden dolayı, görüntüler simülasyonlarında döngüde yaşamakta olup ruhsal açıdan tükenmiştir. Çığlık tablosu bunun tezahürüdür. Kendimden bıktım artık arasında sürekli gidip gelmeler umutsuz bir topluluk arayışına eşlik eden akkor halindeki tutkular ve parçalara bölünme hali; beden kültüyle birleşen yeni ve arz edilen heyecanları emmek ve işlemek için haz veren sonsuz duyum kaynağıdır. Bu denli insanın aşamayacağı anında değişkenlikler yabancılaşmayı tanımaksızın ne oluyor? Sorusunu devre dışı bırakıyor. Modernitenin bir başka biçimi yeni toplumsal etkinlik ve kültürün üretimi-tüketiminde akışkan, bulanıklaşan, sınırsızlıkların yaratıldığı parçalı mekânlarda ilişkilerin eklemlendiği, iktidar biçimleri. Artık birey, hem efendisi hem de kölesi biçimindedir.

Bu yüzden kendine olduğundan daha fazla değer biçmesi, zekâsına karşı gösterilen abartılı, adeta onu ilahlaştıran saygıya inanmasına yol açtı, oysa özgüveni bu denli artmış ve bir ölçüde içine sinmiş olmasa bundan mutlaka kuşkulanırdı. Oysa onun varoluşu sürekli bir sarhoşluk, boşlukta süzülen bir vecd haliydi. (Schiller, 2020: 84).

Modernitenin temel unsuru Descartes’te ortaya çıkar. Descartes’in meditasyonlarında benim bildiğim diye vurguladığı, ”apaçıklık” terimini açıklanır. Terimin anlamı: Açıklık doğrudan birey tarafından ulaşılan ve seçiklik ise bilinçsiz olandan sıyrılmaktır. Descartes’in kendi yüzyılında yakalamak istediği yön, bilgi elde etmenin apaçıklık ilkesi ile varmaktadır. Descartes’in ilk başta belirttiği görüngülerden sıyrılması, şeytanın görüngülerde var olmasından salt ontoloji yani varlık nedeni olarak gelse de teolojik-psikolojik meseleye dayanıyor. Descartes kendi yüzyılında farkındayım, bilincindeyim kavrayışla ana sorunu insanın ikili yapısına doğru çekmiştir. Sonuçta Descartes’ten Apollon’a kadar sürmekte olan ”kendini bil” ölçüsü, insanın aslında sürekli ve bütün içinde kalan ben-karakter-bilebilirim etkinliği insanının doğaya yönelik içinde taşıdığı içgüdülerine karşı savaşından ibarettir.

Descartes’in doğrudan ciddi bir eleştiri kanon haline gelmesi kuşkusuz daha ileri boyutu ile Alman Romantiklerinin eserlerinde öne çıkar. Birey, kesinliğe ulaşmak için modernite ideolojisine göre uygun yaptığı temel duruşu ilerlemeci bir etkinlik olarak nitelendirir. Söz konusu, modernitenin temel atılımı bilimsel etkinliğe sahip olmak, sadece kendine yönelik olmak, sadece rasyonalitenin kurulumlarına göre bilinçli edimlere yönelmektir. Bu gerçekten, ben-olmayanın düşmanca ve şeytanca kabul edilmesi temelinin sahip olunması reddine girişmektir. Dönemlerinde ortaya çıkan Aydınlanmacı dışavurum ve hareket (modernitenin temeli) etkisine ilk eleştiri Alman romantiklerinden gelmektedir. Romantiklerin çabalarında insanın bilgi-teleolojik boyutuyla sanatsal bir aktive olarak dünyanın anlaşılması gerekliliğine yönelik çalışmaları öne çıkmaktadır. İnsanın bilgi ediniminde psikolojik yönlerinin düşünülmemesi, dünyadaki arayışın tek yönlü bir çizelgede olmasına savunan modernitenin ideolojisi postmoderniteye etkin olarak korunmaktadır. Ben ve ben olmayan tarafı arasındaki çatışmasının göz ardı edilmesi, insanın yaratıcı edimlerini ve kendini keşfetmesini engellemektedir.

Alman romantiklerine göre, insanı birer aşama halinde modelleyen Aydınlanmanın evrensel ve rasyonalite istemi, doğa-kültür arasında çatışma yaratmıştır. İnsan karşısında duran nesnenin öznesi olabilmeyi onunla özdeş olmayı istedikçe rasyonalite mekanizması insanı organik bütünlüğünden uzaklaştırmaktadır. Alman romantikleri, özgürlüğü kendilerini dışavurmak isteyen, ötekinin varlığıyla benliğin gerçekleşmesini ve dış bir etkenin benliğindeki meydana getirdiği içsel önemin farkındalığa sahip olmayı ister. Alman romantik çağında, insanın benliği arayış ve çabalamanın doğaya dönük bir tarafa doğru geliştiğini görürüz. Doğanın yasalarının farkındadır doğanın kitonyenik/ölüm getirebilecek etkenlerinin farkındadırlar.

”İnsan, bedensel uykusundan uyanarak kendine gelir, insan olduğunu anlar, çevresine bakar ve kendini bir kültür içinde bulur. İhtiyaçların zorlaması, onu, kendisi henüz bu durumu özgürce seçmeden buraya atar; kendisi henüz bunu akıl yasalarına göre yapamazken gereklilik onu ”salt doğa yasalarına” göre donatır. Ama insanın salt doğa ihtiyacından ortaya çıkmış ve yalnızca bunun tatminine yönelik bu ihtiyaç devletinde, o, ahlaki kişi niteliğiyle yetinemez ve zaten yetinseydi onun için ne berbat olurdu!” (Schiller, 2020: 25).

Alman romantikleri, 19.yüzyıldan itibaren modern insanın ortaya çıkmasına parelel olarak bilginin, ahlakın ve estetiğin ayrı ayrı kategorize edilerek hazır kavram-nesneler haline getirilmesinin eleştirisinde bulunmuşlardır. Onlara göre, insan zihinsel depo olarak kendini geliştiren sadece bilgi kazanımlarını yapmak zorunda olan bir varlık değildir. Romantikler, insanın kendisinin birikimleri ve arayışlarını zaman-mekân deneyimlerinde ideal ve gerçeklik arasındaki ayrımın özdeşliğini, dünyaya estetik bakış yoluyla anlaşılacağını savunurlar. Bilgi ve inanç arasındaki kudretli özdeşliğin sağlanması için dünyanın görünümlerine, estetik bir kavrayışla hissetmek gereklidir. Alman romantikleri, her bir yapının kendi içinde, her bir tekilliğin diğer tekilliklere nasıl eklemlendiğini ve bir araya geldiğini merak ve hayretle bakarak bilincinde olunacağını belirtmişlerdir. Alman romantikleri estetiği temel alır. İnsan-toplum-mekan güzelin arayışı ve sürekli deneyimini farklı tezahürlerde bulmaya yönetilmesi Alman romantiklerine göre estetik yoluyla anlaşılır. Etik güzelin iyi istencinin tezahürü için ötekinin varlığın ve benliğin yapılaşmasıdır; bilgi, nesnenin büyüsü bozulmadan güzelin anlaşılmasından sonra bilginin önemini görmesidir. Benliğin farklı nesne edimlerinde bilinçliliği için güzelin maddi/zihinsel yasasını arayışında olmaktır. Estetik, etik ve bilginin dahilinde hem kurulur hem de onları değerlendirerek duyumsanan bir esere götürür, arayış ve muhafaza etmenin birliğinin duyumsanmasının anlamlı olduğu bir eserdir.

E.T. A. Hoffmann burada bunu belirtir.

”Üstat Pire” adlı kitabından bir alıntı:

Zorla doğanın uğraş alanına sızıp esrarengiz işlerini gözetmeye cüret ettiniz, insan gözünün keşfedemeyeceği o derinliklerin müthiş sırlarını bedelini ödemeden gözlemlemeyi başarabileceğinizi zannettiniz. Oysa ikiniz de kalbi ölü gibi duygusuz, hiçbir zaman gerçek aşk yüreğinizi tutuşturmadı, çiçekler, rengârenk, zarif kanatlı, böcekler size hiçbir zaman tatlı sözlerle hitap etmediler. Doğanın yüce, ilahi mucizelerini, hayranlıkla huşu içinde seyrettiğinizi sanıyordunuz, oysa siz alçakça girişimlerinizle bu mucizelerin koşullarını ta özüne varıncaya kadar keşfetmek için çabalarken o hayranlığı ve huşuyu kendiniz yok ediyorsunuz, sizin peşinde olduğunuz bilgi, hayaletten ibaretti ve siz tıpkı meraklı, ukala çocuklar gibi o hayalet tarafından kandırıldınız. (2019:194)

Ben sizin neyi olağanüstü diye tanımladığınızı tam olarak anlayamıyorum, varlığımızın hangi görünümlerini hangi yolla olağanüstü ve olağanüstü olmayan diye ayırabildiğinizi hiç anlamıyorum, çünkü bu görünümler aslında bizzat kendimizizdir. Bir olay karşısında şimdiye kadar başınıza gelmediği için ya da neden-sonuç ilişkisini kavrayamadığınızı zannettiğiniz için hayrete kapılıyorsanız, bu sadece bakışlarınızın doğuştan ya da sonradan olma donukluğundan ötürü algılama yetinizin bozulduğunu gösterir. (2019:131)

Nietzsche’ye göre, sorgulanmadan doğrudan alınan norm ve değerler kültürel çöküşe yol açtığı gibi insanı güçsüz hale getirmektedir. Güç istencinin olumlayan yönünü misyon edinmek, üstün insan olabilmek anlamına gelir. Üst insan, deneyimlerinde oluş ve süreçlerin etkinliğini ön planda tutan bireydir. Nietzsche’ye göre yaşam, zıtlıkların çatıştığı ve sonra bir olduğu bir döngüdür. İnsan arayış ve süreklilik içinde yaşamın zorlularına yönelik mücadele etmelidir.

Eğer insan, kendisinin belirlediği perspektiflerini kendisinden başkasına yöneltirse, ahlaksızlık tezahür edilecektir. Nietzsche’ye göre ahlaksızlık, önceden verildiği kabul edilen, değerlerin ve kavramların savunulmasıdır. İnsanı güçsüzleştiren etkenin, muhafaza edilen değerlerin ve yasaların belirlenmesidir; iyi-kötü, güzel-çirkin ve yararlı-yararsız ayrımlarının yerleşik duruma gelmesidir. Nietzsche, muhafaza edilen ayrımların, değişmezlik ilkesi dahilinde ideal bütünlük sağladığını belirten ve ilkenin korunması için durgunluk ile saflığın aranmasının çağlar boyunca devam edilmesini savunan etkenin kültürden kaynaklı olduğunu saptamıştır. Nietzsche, geçmiş ve modern insanın, güçsüz ve zavallı bir canlı olarak son insan ve nihilist olduğunu belirterek, insanlığın kendi kendisini doğadan soyutladığını ve yozlaşmış toplumun meydana geldiğini vurgulamıştır. ”Bugünkü dünyamızın en üst alanlarında doymak bilmez iyimser bilgi ile trajik sanat yoksulluğu arasında verilen savaşların ortasına dalmalıyız. Her dönemde sanata ve doğaya karşı koyan öteki tüm düşman dürtüleri bir kenara bırakmak istiyorum. Biz bengi yaşama inanmıyoruz diye haykırır Tragedya. Apollon bireyin acılarını görünüşün bengiliğinin ışıltılı bir yüceltişi yoluyla aşar; burada güzellik, yaşama içkin acıları yener, belirli anlamda acı, doğanın özelliklerinden birisi değilmiş gibi yalan söylenir. Dionysosçu sanatta ve onun trajedisinde Benim gibi olun! Görünüşlerin aralıksız değişiminde bengi yaratıcı, bengi var olmaya zorlayan, görünüş değişimlerinden sürekli tatmin olan ilk-anne!”(Nietzsche,2020:95). Trajediyi çöküntü ve meydana getirdiği yükümlülerin dağılmasında korkan günümüz olumlayıcı birey trajik bir yenilenme olan bu yazıda da görülen ÇIĞLIK edimini asla istemez. Oysa, Trajedide etkin olan Çığlık kültürün kendi içindeki yozlaşmalarını ortaya çıkarmaktadır. Medeniyetleşmiş toplum, tıpkı ayağı yaralı Odipus gibi, şiddet dolu kökenlerden südur etmiştir. Odipus insanlığın kalanı gibi, kendi benlik algısı ile kimliğinin Öteki’nin gözetiminde ortaya çıkan algısı arasında bölünmüştür. (Eagleton,2021 :47-49). Trajedi sanatları adalet, gerçek ve uzlaşmanın zorlukları ve olasılıklarıyla yakından ilgilenir. Uzlaşma ve uzlaşı sözcüklerinden daha geniş anlamlar taşıyan çözüm ve çözüme kavuşturma trajedileri sonlandıran karmaşıklığı çözebiliriz.( Poole, 2013 :170).

Modern sorunlar aydınlanmadan bu yana evrenselliğini postmodern bireyde etkin kılmıştır. Modernite ve modernizm arasındaki çatışma sanatsal ifadede gözükürken, postmodernite ile postmodernizm birbirleriyle aynı doğrultuda gitmektedir. Dolayısıyla, modernitenin düşüncesi tehditleri gösterir, Nietzsche (Apollon-Dionysos çatışmasının sentezinde Trajik çözülümü) modernitenin öğretilerini sanat yoluyla sorgular. Gelelim, yeniden Çığlık tablosuna. Günümüzün bireyi, postmodern çalkantının tehditleri karşısında sanatı olumlamak için Nietzsche’nin kaçındığı sürü ahlakına endeksler. Sanat olgunun içinde kalmıştır, oysa 2500 yıllık sanat trajedi ile paralel giderken günümüz bireyi, henüz baştan itibaren sahnede, filmde ve tabloda gözüken trajik varoluşu bir celsede silip atmıştır.


E. Munch’un Tablosundan Aforoz Edilmek: Çığlıksız Kalmak

Sanatın varlığı, bulunulan çağdaki toplumsal etkinliğe, mekansal değişimlere ve olmazsa olmaz olan dinin/seküler pantheona paralel olarak gelişir. Dolayısıyla, verstehen (anlama) denilen yöntem yoluyla olgunun kültür-toplum-mekan varlığının ilişkisi içinde kalan bulgusu, sanata değinmek için tarihsel çağın önemini kendi yapısı içinde göreli ve tarihsel konumuyla ilişkisel olduğunun bilinmesi gereklidir. Dijital görselleştirme, sadece duyum izlenimleriyle düşünülen tasarım dizilerinin oluşmasına yönelik anlık gelişimidir. Dijital-anlama sadece olduğu gibi bakılan nesneyi bakmaktır. Oysa görmenin zihinde oluştuğunu unutmamak gerek, bakmak sadece aşina olmaktır. Zihinsel anlama ise aşina olanın özelliklerini anlamaya çalışmaktır. İmgelerin yön verdiği ve gösterenlerin renklerinin koşullarına göre davranan akışkan modernitenin insanı, sadece kültür endüstrisinin içinde kalır. Dijitalleşme, makineleşmiş zihinsel köle olmuş, bedeninde zincirleri kabul eden garip bir haldedir. ”İnsanlar, hayatı, görünümü, görüntüyü birbirine karıştırarak bakarlar. Dosyalar ve planlar üzerinden inşa ederler. İmgeler üzerinden satın alırlar. Kavranırlığın klasik simgeleri olan görünüm ve görüntü satın alırlar. Görünüm ve görüntü birer tuzağa dönüşür; bunlar, toplumsal mekânın içinde çeşitlilik taklidine, şeffaflığa imkân tanırlar.” (Lefebvre, 2014: 102).

Görememek ve görmemek ayrımı biraz farklı olsa da burada birbirlerine zincirli anlama gelmektedir. Öncelikle, ‘‘Görmemek’’ belirtmesi -çünkü artık sıradan genel bir kelime değildir-, mekanın kurulu durumu karşısında bilinçli olmamaktır. Gör(e)memek ise artık görmemek tercihinin hafızada yerleşik hale geçmesidir. Etrafımızda yaşanan sorunlar karşısında mekanlarda ve toplumdaki sıkıntıların sebebi, deneyimlemeye alışık olduğumuz hazır imgelerin sürekli önümüzde bulunmasıdır. Hafıza sürekli ve tekrar eden imgelerin orada olmasını normalleştirir. Etrafımızda yaşanan dekadansın, krizlerin ve sorunların tam anlamıyla normalleşmesiyle birlikte sorgusuz sualsiz bir kabullenme yerleşik hale gelir. Yerleşik hale gelen kabullenme, sürekli hıfz etmenin, hafızada bulundurmanın meydana gelmesidir; hıfz etme hafızada bulunan durumun bir döngüyle belirlenmesidir. Hafızada bölünmüş imgelerin dil tarafından anlamı bulunur. Hıfz ise hafızada olan kabullenilen anlamın çağrışım yoluyla izlenim tabi tutulmasıdır, yani önümüzde beliren imge, gösteren, hafızanın görmeye alışık olunan tarafı sayesinde zihinde görme yani gösterilen ayrımı oluşur. Dil, kabullenmenin normalleşmesini tekrar eden gösteren ile gösterilenin ilişkisi yoluyla, neden-sonuç eklemini mekanda tekerrür ettirir. Çığlık, kabullenme dizilerinin yerleşik norm ve değerlerin, mevcut düzenekte çalışan ve dönüştürülen ontolojik mekanizması içinde dayanılmaz acılar çeken insana bu cehennemi fark ettirir. İnsan, çığlık sayesinde kurtarıcı beklemeksizin kültürün nasıl bir illüzyon içinde dönüştürüldüğünü fark eder.

İkinci resme bakınız, çığlık atamadan yaşayan, sürekli kendisine baskı yapan özgür olduğunu sanan birey Edward Munch’un Çığlık tablosunda yer almıyor bile. O halde çığlık, insanın tehlikeyi hem kendinde gördüğü hem de çevresinde-toplumda gördüğü ahlaki çöküntüyü yansıtıyordu. Şimdiler de ise, sadece ve burada yalanlarıyla özgür olduğunu zanneden insan yer almaktadır. Kültür krizi ve toplumsal sorunlar ve doğal afetlerin sonuçları konusunda çözüm için çığlık bile atamıyor. Postmodern bireyin çevrelendiği mekansal aktarımlar, belirli ve aniden hareketlenme birbirine geçmiş ve çözümü olmayan müphemlikte gelişir. ”Postmodernlik, derinliksiz, yüzeysel bir dünyadır; bir simülasyon dünyasıdır. İkincisi, Postmodernizm, etkileyicilik ve duygudan yoksun bir dünyadır. Üçüncüsü, insanın tarih içindeki yeriyle ilgili bir anlam kaybı vardır; geçmiş, şimdi ve geleceği birbirinden ayırmak zordur. Dördüncüsü, modernliğin, patlayıcı, genişleyici, üretici teknolojilerinin yerine postmodern topluma, iç patlamalı, yassılaşan ve yeniden üretime yönelik teknolojiler egemendir. Postmodern toplum, bu ve başka biçimlerde, modern toplumdan çok farklıdır.” (Ritzer, Stepnisky, 2018:76).

Akışkan toplumda, farklı şekillerde simülasyonlarının yapılması, anında değişebilen tüketim kapitalizmine dönük olan öznenin kullandığı meta ile birlikte anında demode olmaktadır. Buna paralel olarak demode olan metanın popüler etkisinin silikleşmesi karşısında yeni-anında olana sahip olamayan özne, kendine sürekli yapabilirsin ilkesini hatırlatıyor. Sürekli değişen moda ile demode olanın arasında kalmış olan özne, öz-ne ayrımına, öz ve ne kopukluğu içindedir. Öz ile ne olanın ayrıklığı içinde kalana birey, çığlık atamıyor! Kendisini aşacak olan ve etrafında dağılıp giden mekan simülasyonlarının çarpık rasyonalitesini karşısına alacak olan birey, özgüllüğünden yoksun bir aynılığın cehennemindedir. Eğer birey, çığlık atmayı gösterirse mutsuz olacağını biliyor çünkü çarpıklığın farkına varacaktır. Farkındalık, çarpık kültürel düzenin rasyonalitesini tanıyan günümüz bireyinde, tıpkı Schopenhauer’ın istence dair söylediği (mayanın perdesinin yırtılmasıyla ortaya çıkan dehşet) panik yaşamasına sebep olacaktır. Sonuç olarak insan, hem kendini saran hem doğayı mahveden rasyonalitenin konvansiyonel normalleştirmenin karşısında ”ÇIĞLIK” deneyimini yaşayacaktır. Farkındalık, insanda paniğe neden olmuştur ve insan etrafındaki tasarımlara ilişkin bilgisini artırdıkça gitgide dehşetengiz aşamaya gelince ÇIĞLIK atacaktır. Çığlık burada bilindiği haliyle isyan etmenin yanında harekete geçiren bir edim haline gelmediği sürece, insan kendisini gitgide münzevi duruma geçirecektir. Yazının buraya kadar olan kısmında yapılan çözümlemede Çığlığın bir edim ve kazanım olarak, benliğin değişimindeki önemli bir yeri vardır. ÇIĞLIK tablosu refleksiyon edinmenin yanında, günümüzdeki kültürel değişimlere ilişkin sorgulamayı da meydana getirmektedir. Bu yönüyle, Munch’un Çığlık tablosu, otoriter kişiliğe bürünmüş ve depresif olan bireyin kendisini çevreleyen büyük maskesini indirmektedir.

Her zaman ve her yerde kendine dönük yaşayan insanlar olarak haklıyız, biliriz, doğruyuz… Bu şekilde devam edelim, sürekli performans ve hareket öznesi olarak devam edelim. Sonunda, yeniden tükenen, eksik kalan tarafımızla gittikçe daha da narsist tutum alan insanlar oluyoruz. ”Yeni bir şey keşfetmek adeta imkansızdı. Ve bunun her alan için geçerli olduğunu söyledi; dinler tarihi, aslında tüm bilim, edebiyat, resim sanatı, heykel de dahil olmak üzere her şey. Ve çağımızda bizi bir arada tutan estetik düşüncelerin olmamasını çok tehlikeli buluyordu.”(Loe,2019:29). ”Değerli ve nitelikli bir yaşamın önkoşulu olarak tarih boyunca varlığını sürdüren bu sarsıntıyla aramızda yalnızca yüz yıllık bir dönem var, fakat biz artık bu şekilde etkilenemiyoruz. Aslında çok yakınımızda ama artık dışlanmış. Geçmiş bitmiş. İnsanlığın doğasında mevcut en özgün, en önemli, en olası özelliklerin birinden dışlanmış durumda mıyız? Eğer öyleyse yeni bir insan tipi oluşmakta diyebiliriz.”(Solstad, 2021:77).


Toplumsal kültürün mitsel-ideolojik çağının yeni insan tipi pragmatik-hedonist olan kişiliklerin ayakta tutulmasıdır. Neoliberal dünyanın ayakta durmak istenilmesidir, bireylerde yüklü bulunan patolojik etkinlik narsistliğin oluşmasıdır. Görselliğin sınırsız gelişimi, gerçekliği bükerek yalancı paylaşımlar yeni camera obscurasının görselleştiği laterna magicanın oluşmasıdır, ideolojik çerçevesi neoliberalizmidir. Neoliberal ideolojiye yaslanan birey, narsist durumdadır, başkasının bilincinin etkinliğine göre sadece onu aynılaştırarak yaşamını düzenleyebilir, bu düzenleme bile sınırları belli olmayan yönelimdir. Özne, ideolojisinin tıkanıklığını, gerekliliğini bir başkasını aynılaştırarak yani ona sırtını dönüp ideolojik belirlenim yapamayacaksa Neoliberal İdeoloji nasıl özgür vaatleriyle bireyi kafes içinde tutmaktadır, aslında çok basit alışverişi yapan tüketim toplumdaki gösterişi niceliksel olarak bir başkasına yansıtmak isteyen birey, kendi olumsuzlamasını tüketim aracındaki paylaşımlara göre düzenlemektedir, ve bunun yanında özgürlüğünü de elinde tuttuğu nesnenin parçası olmakla kendini son derece eksiklik gören en nihayetinde nefret eden ama paradoksal olarak da özgür olmak da isteyen insan, bataklığın içindedir. Ne kadar çıkmak isterse de sorunun, bataklıkta olmakla ilgili olduğunu göremez, ve hatta daha da ileri gidelim görmek de istemez. Kültürel krizler karşısında bir kaplumbağa metaforu gibi sert ve kemiksi bir kabuk içinde yaşayan ağır yürüyüşlü bir canlıya bürünen narsist öznenin varlığı kendisi tarafından durgun su gibi olmaktadır, değişimi ve dönüşümünü bir başkasının varlığına ihtiyaç olmada yapan insan gittikçe kendini prangalar. Geçmişindeki edimlerinin ve gelecekteki kaygılarının arasında sıkışmakta olur, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabındaki tutsak, tutsaklığını devam ettiren insanın durumudur. Geçmişe yönelmek ve geçmişe dönük olmaktadır, Kronos ise akışkandır ve yerinde durmaz. Tutsak geçmişi ister ancak ulaşamaz böylece büyük bir hınçla dolar, kendisine ve başkalarına zarar verir.

İki resimde farklılık var. Edward Munch ve Edward Munch olmadan. Çığlıksız yaşamak!


Kaynakça

Agamben, G. (2017). Dünyevileştirmeler, Çev: Betül Parlak, Monokl Yayınları.

Aıken, H.D. (2015). İdeoloji Çağı 19.yüzyıl Filozofları Çev: Aysen Tekşen, Payel Yayınları.

Bauman, Z. (2018). Akışkan modernite. (S. O. Çavuş, Çev.). İstanbul: Can Yayınları.

Bauman Z. (2010). Küreselleşme. Çev:Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları.

Bowıe, A. (2022). Alman Felsefesine Giriş. Çev:Bilhan Gözcü, Say Yayınları.

Berger, J. (2019). Görme Biçimleri. Çev: Yurdarnur Salman, Metis yayınları.

Bauman, Z. (2020). Bireyselleşmiş Toplum. Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları.

Cevizci, A. (2021). Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları.

Chul-Han B. (2020). Eros’un Istırabı, Çev: Şeyda Öztürk, Metis Yayınları.

Chul-Han B. (2020). Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, Çev: Haluk Barışçan, Metis Yayınları.

Crary, J. (2019). 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, Çev: Özge Çelik, Metis Yayınları.

Eagleton, T. (2021). Postmodernizmin Yanılsamaları, Çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları.

Eagleton. T. (2021). Trajedi. Çev: Cem Alpan, Tellekt Yayınları.

Guignon, C. (2009) Kimin Ben? Otantik Olmak Çev: Abdüllatif Tüzer, Lotus Yayınları.

Harvey, D. (1997). Postmodernliğin durumu. Çev: Sungur Sarvan, Metis.

Hoffmann, E.T.A. (2019) Üstat Pire, Çev:Türkis Noyan-Bilge Uğurlar, Can Yayınları

Jameson, F. (2008). Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, Çev: Nuri Plümer, Nirengi Kitap.

Lefebvre, H. (2014), Mekânın üretimi. Çev:I. Ergüden, Sel Yayınları

Loe, E. (2019). Kadının Fendi. Çev:Dilek Başak, Yky.

Nietzsche, F. (2020) Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğuşu, Çev:Mustafa Tüzel, İş Bankası Yayınları.

Poole, A. (2013). Trajedi. Çev:Hakan Gür, Dost Yayınları.

Ritzer, G. ve Stepnısky J. (2018). Klasik Sosyolojik Kuramları, Çev: Himmet Hülür, De ki Yayınları.

Schiller, F. (2020) İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine, Çev: Gürsel Aytaç, Fol Yayınları

Schiller, F. (2021) Hayaletgören, Çev:Türkis Noyan-Bilge Uğurlar, Can Yayınları

Solstad, D. (2021) Profesör Andersen’in Gecesi, Çev: Banu Gürsaler Syvertsen, Yky

Yorum Gönder

0 Yorumlar